Göktuğ Canbaba: Duyguları çocuklardan esirgemek büyük bir haksızlık değil mi?
Göktuğ Canbaba’nın son romanı ‘Gizemli Kara Kediler – Yarasa Çıkmazı 2’, X-Libris Yayınları tarafından yayımlandı. Okur, ‘Yarasa Çıkmazı Gizemli Kara Kediler’de kendisi bambaşka bir malikânede, farklı bir maceranın içinde buluyor.
Canbaba ile X-Libris Yayınları tarafından çıkan ‘Yarasa Çıkmazı Mumalevi Malikânesi’ ie ‘Gizemli Kara Kediler’ üzerine ve tüm eserlerinde yer alan ortak temaları, meseleleri konuştuk. Fantastik edebiyatı merkeze alarak büyülü evrenler, çeşitli var olma halleri, karakter yaratmanın önemi ve çocuk hakları gibi mevzuların edebiyattaki yerine değindik.
İçinde yaşadığımız, bildiğimiz dünyaya hayalet, hortlak, cadı ve cadı çırakları aracılığıyla farklı bir çerçeveden bakıyorsunuz ‘Yarasa Çıkmazı’nda. Bunu yaparken de metinleriniz aracılığıyla okurlarınıza ikincil dünyalar/katmanlar sunduğunuzu düşünüyorum. Fantastik romanın, fantastik ögelerin edebiyat eleştirisinden uzun yıllar “çocuksulukla ve mantıksızlıkla” suçlanarak dışlandığını biliyoruz. Siz kendi kurduğunuz ve kimi zaman olağanüstü unsurlarla çevrili romanlarınızda insana ve onun bu dünyada beraber yaşadığı tüm canlılara, varoluşlara dair çok derinlikli bir inceleme yapıyorsunuz. Hayal-hakikat, akılcı-akıl dışı karşıtlığının çok ötesinde bir üslubunuz ve amacınız olduğunu görüyorum. Fantazya’nın Yunanca’da “görünür kılma” anlamında kullanıldığını da göz önünde bulundurursak aslında fantastik ögelerin sanıldığı kadar “tuhaf ya da gerçek dışı” olmadığını söyleyebilir miyiz?
Fantastik edebiyat, okuyanı büyülü bir dünyaya davet eder. Onu paralel bir gerçeklikte yola çıkarır. Artık bildiği dünyanın dışındadır. Bu uzaklaşma mevzusunu değerli buluyorum çünkü herkesin zaman zaman uzaklaşmaya ihtiyacı var. Bazen kendimize uzakken daha yakın oluyoruz. Bazen nefes almaya her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız oluyor. Bazen o nefes bizi yeniden hayata döndürebiliyor. Fantastik edebiyat büyülü bir yolculuk evet ama aynı zamanda da bu dünyanın problemleri ile paralel bir gerçeklikte yüzleşmemizi de sağlıyor. Özellikle +10 yaş için adalet, özgürlük, etik gibi konular rengarenk bir perdeden okuyanın zihnine yansıdığında yaşadığı dünyayla bağını daha rahat kurabiliyor. Fantastik edebiyatın önemi bu bence; gerçeği daha derinden görmemizi sağlıyor. Canavarlar insana kendini sorgulama, kıyaslama imkanı sunarken temsil ettikleriyle gerçeğe dair önemli ipuçları veriyor.
‘Yarasa Çıkmazı’ serinizin ilk kitabı ‘’Mumalevi Malikânesi’ romanınız Cadıların Yarasa Çıkmazı olarak adlandırılan kadim bir salonda başlıyor. O kadim salonun küflü, isli ve büyülü atmosferinde Gredi, Miri, Usey, Ayfin ve Larus’la karşılaşıyoruz. Çocukların birbirinden farklı tavırlarda ve düşüncelerde olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz. Cadı çıraklarını tüm farklılıkları ve kendilerine özgü geçmişleriyle, hayalleriyle tek bir mekanda aynı amaç etrafında bir araya getiriyorsunuz. ‘Mumalaevi Malikânesi’ ve ‘Gizemli Kara Kediler’ kitaplarınız sayesinde Gredi ve Ayfin’in serüvenini biliyoruz. Gredi’nin ilk gece dileğini kazanmasının asıl anlamını ‘Gizemli Kara Kediler’de Ayfin aracılığıyla öğreniyoruz. Cadı çırakları arasında bir rekabet konusu olan ilk gece dileğinin, en çok arzulayandan ziyade en çok ihtiyacı olana, yuvasından ayrı kalmakta en çok zorlanana ulaşması bana çok romantik ve anlaşılır geldi. Siz romanınızı kurgularken bu konuda neler düşünmüş, neler amaçlamıştınız?
Karakter yaratmayı çok seviyorum öncelikle. Çırakların kendine has dünyasını hayal etmek, oraya gelmeden önce neler yaptıklarını; mutluluklarını, korkularını düşünmek, hikayelerini birbirleri etrafında örmek çok keyifli. ‘İlk Gece Dileği’, ilk kitabın önemli dokunuşlarından biriydi benim için de. Gredi’nin hikayesini yazarken cadı çırağı olmak, çıraklığı istemeyen bir çocuğa ne hissettirir bunu düşündüm. Özgürlüğü elinden alınıyor, hiç istemediği bir malikaneye gönderiliyor. Gredi küften, rutubetten, örümcek ağlarından, karanlık koridorlardan hoşlanmayan bir çocuk. Cadılıkla alakası yok pek. Aslında terzi olmak istiyor. Basit hayatı kendi isteği dışında bambaşka bir yola sapıyor. Onu o dünyadaki ilk günlerinde daha fazla üzmek istemedim ve ‘İlk Gece Dileği’ni yarattım. Bu fikri daha önce çırak olmuş çocuklar için de düşününce, kendini en yalnız hissedene, en çok korkana ne kadar iyi geleceğini düşünüp içten içe sevindim. Aynı zamanda Gredi gibi bir çocuğu yalnız bırakmak istemediğim için dileğinin karşılığı olarak ona Miri’yi verdim. Ortak hareket edecekleri, dayanışacakları bir alan oluştu böylece.
‘FANTASTİK EDEBİYATTA EN ÖNEMLİ ŞEY HİKAYENİN TUTARLILIĞI’
Karakter ve mekan isimlerini belirlerken çok özenli davranıyorsunuz. Küllükadeh, Okto, Yosunfikirler, Bay Sırtutan, Ayışığı, Domiskus, Simsarsal, Kazandibi, Susi, Karelin… Tüm bu isimlerin hikayelerini hiçbirini ihmal etmeden, dışarıda bırakmadan anlatıyorsunuz. Ayrıca her iki romanın başında da bize roman boyunca dolaşacağımız atmosferin haritasını sunuyorsunuz. Ursula Le Guin “Hayal edilen yuva öylece oluverir. Gerçektir, diğer tüm yerlerden daha gerçektir” diyor. Dolayısıyla ben de okur olarak bize sunduğunuz ve nasıl hayal kuracağımızı değil ama nereyi hayal edeceğimizi anlattığınız haritaları çok seviyorum. Bu haritalandırma ve isimlendirme çalışmanız hakkında neler söyleyebilirsiniz?
İsim koyma en sevdiğim aşamalardan biri. İsimler malikanenin atmosferini oluşturuyor, onlara gerçeklik kazandırıyor. Fantastik edebiyatta en önemli şey belki de hikayenin tutarlılığı. İsimler de buna olanak sağlıyor. Bu sadece bu seri için geçerli değil elbette, diğer kitaplarımdaki karakterler de böyle. ‘Hayaller Tarlası’na Davet’teki Sufle Şövalyesi, ‘Valizdeki Kedi’deki Mösyö Şişgöbek, ‘Arayış Ormanı’ndaki Leşboğazı Cadıları gibi. ‘Yarasa Çıkmazı’nı hazırlarken hikaye kafamda dolanmaya başladığında malikanelere teker teker uğradığımı hayal ettim. Varsa bahçelerinde dolanıp bahçıvanlarıyla tanıştım. Kapıdan girip geniş salonlarında yürüdüm. Malikane sakinlerinin hepsiyle teker teker sohbet ettim. Cadı malikanelerini özel kılan içindeki yaşayanlar aslında. Malikaneye onlar hayat veriyorlar. Her birinin kendi hikayesi var. Her kitapta ana konu ekseninde diğer karakterlerin kendilerine has hikayelerini anlatmak, onların maceralarıyla ana hikayeyi bağlamak en zevk aldığım şeylerden. Her kitapta büyük bir gizem var ve o gizemin etrafında beliren diğer gizemler. İşte karakterlerimiz de isimleri ve duruşlarıyla o gizemleri okuyanın zihninde gerçek kılıyorlar.
Her cadı çırağının sene sonunda ona eşlik edecek bir hayvanının olacağını biliyoruz. Ama siz cadıların ve cadı çıraklarının hayvanlarından başka hayvanlara, başka canlı olma hallerine (iskelet Maestro) de yer veriyorsunuz romanlarınızda. Kurduğunuz dünyada hiçbir canlıyı diğerinden daha yüce ya da daha aşağı görmüyorsunuz. Bir arada yaşayan tüm karakterlerde beni en çok etkileyen “Yosunfikirler”i anmayı, onu sizden daha detaylı dinlemeyi çok isterim. Yosunfikirler, karaya vuran ve yaşamın anlamını sorgulayan bir balina ve Bay Sırtutan’ın onunla dayanışması sonucunda günlerini kıyıda geçiriyor. Var olma nedenini sorgulayan karakterinizin balina olması ve ona da en az Ayfin’in hikayesi kadar merak ettiğimiz, heyecanlandığımız bir hikaye örmeniz beni çok etkiledi. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Yosunfikirler şiddetli bir var oluş krizinin ortasında. Peki bu ömrünü okyanuslarda geçiren, yosun tutmuş, kocaman bir balina için sıra dışı bir durum mu? Bence hayır. Herkesin kimliğini sorguladığı bir an oluyor hayatında. Bu okyanusun ortasında ya da bomboş bir kumsalda gerçekleşebiliyor. Yosunfikirler’in kendini sorgulaması belki de hayatı boyunca çizdiği rotanın aynı olmasındandır. Belki de hayatı boyunca yolda olsa da bu bir çeşit durağanlıktır. Gezentiliğin hem zihinde hem denizde olması gerektiğini söylüyor bize koca balina. Malikane sakinlerinin bir kısmının onu anlamaması da bu yüzden. Çünkü onlar hiç gezenti olamadılar belki de. Fikirlerin etrafında hiç dans etmemiş, sadece belli bir amacın peşinde yol almış olmaları mümkün. Ayfin, balinayı anlıyor ve ona yakın duruyor. Onun problemini çözebileceğine inandığı için değil. Yosunfikirler’in düşünceleri onu etkisi altına alıyor çünkü cadı çırağının zihninde onu kabul edeceği bir açıklığı var. Yosunfikirler bize bu açıklıklardan, sıra dışı fikirleri, insanları kabul edebilme toleransımızdan bahsediyor. Yarattığımız açıklıklar kadar genişlediğimizi fısıldıyor.
‘ÇOCUKLARIN DÜNYASINI ANLAMAYA ÇALIŞMIYORUZ’
“Hiç de bile!” dedi Gredi. “Bizim de mutsuz olmaya hakkımız var! Hem istemediğim bir yerde, istemediğim bir kıyafetle, istemediğim bir yatakhanede uyuduğum için mutsuz olabilir miyim acaba?” Çocukların daha mutlu olması gerektiğini söyleyen kozalağa böyle cevap veriyor Gredi. Diledikleri yaşamı seçemediklerinde mutsuz olma hakları bile elinden alınan çocukların yaşadığı karanlığa dair çok haklı bir isyan Gredi’nin cümleleri. Okuyacakları kitapların, giyecekleri kıyafetlerin ve nerede ne söyleyeceklerinin bile belirlenmeye çalışıldığı yetişkin dünyasında bu yapılanların bir çocuk hakkı ihlali olduğu pek dillendirilmiyor ne yazık ki. Siz edebiyatınızı bunun aksi bir yere konumlandırıyor ve dünyada olan her duygunun çocuklar için yazılan kitaplarda da olması gerektiğini fısıldıyorsunuz metinlerinizle. Gredi’nin cevabı biraz da duygularımıza, okuduklarımıza, yaşamımıza uygulanan sansürle ilgili bir cevap diyebilir miyiz?
Genelde çocukların dünyasını anlamaya çalışmıyoruz. Çocukların yapmak zorunda oldukları belli şeyler var ve bunların dışına çıktıklarında “cezalandırılıyorlar”. Çoğu zaman üzülmeye bile hakları yok. “Neden üzülüyorsun?” diye üstten bakarak soruyoruz. “Senin hiçbir sorumluluğun yok şu hayatta, sadece yapman gereken…” Sürekli gereklilikler… Fakat onun da bir dünyası olduğunu, dertleriyle en az bizimkiler kadar güçlükle baş etmeye çalıştığını göz ardı ediyoruz. Kederli halleri bizimkiler kadar derin elbette. Kalemini kaybetmiş olması ya da okuldaki arkadaşlarıyla tartışması, o gün hiç okula gitmek istemiyor oluşu onun dünyasında önem arz ediyor. Anlamı kaybettiğimiz zaman yetişkinlerin dünyası ile çocuğunki ayrılıyor, bağ kopmaya başlıyor.
Duygular hakiki değil midir? Onları herkesin hissetmeye ihtiyacı yok mu? Onları çocuklardan esirgemek büyük bir haksızlık değil mi? Bir yetişkin, kitabını ne amaçla eline alıp okuyorsa çocuk da aynısını yapmayı hak ediyor. Çocuk kitabı bir şey öğretmek zorunda olan, didaktik emirler listesi olmamalı. Önemli olan hikayedir. Hikaye kendi içinde dünyaları dolaşır ve anlatacağını anlatır. Çocuk da bu hikâyenin bir parçası olup aynı yetişkinlere olduğu gibi zaman zaman korkup, kederlenip, bazen de mutlu olup kahkaha atabilmeli.
Romanlarınızda bize gece yaratıklarından, balkabağından, gizemli kara kedilerden, yalnızlıktan, benlik algısından, tuzağa düşürülmekten, gümüş rozetli müfettişlerden, biçim değiştirmekten, kıskançlıktan, dağılan iskeletlerden, zor durumdayken bir tekerlemeyle imdadımıza yetişen dostlardan bahsediyorsunuz. Bunu kendi icat ettiğiniz ve size özgü sevgi dolu bir dille yapıyorsunuz. Bu dili oluştururken neleri göz önünde bulundurduğunuzu anlatabilir misiniz?
Bu üzerine çok düşündüğüm bir şey değil açıkçası. İçimden geldiği yazıyorum. İlk romanımdan başlayarak öncelikle hep kendim için yazdım. Beğeneceğim, okumaktan zevk alacağım metinler üretmeye çalıştım. Okuyanla güzel bir maceraya atılmak, yolunda ona eşlik etmek ve ederken de ona bir şeyler öğretme kaygısı gütmek yerine nasıl keyif alacağına, nasıl şaşıracağına, yeri geldiğinde nasıl bir şeyler sorgulayacağına, düşüneceğine odaklanmak keyifli hissettiriyor.
Siz kendi yazarlık hikayenizi fotoğraflardan, sinemadan ayrı tutmadığınızı, bu sanat dallarından da beslendiğinizi söylüyorsunuz. Kitaplarınızdaki resimlemeye de çok önem verdiğinizi biliyorum. Ege Karadayı’nın resimlediği ve X-Libris Yayınları sayesinde bize ulaşan ‘Yarasa Çıkmazı’ serisinin yeni edisyonlarının da sizi heyecanlandırdığına eminim. Hem bu heyecanı hem de resimleme sürecinin sizin yazma sürecinizle nasıl bir araya geldiğini anlatabilir misiniz?
İyi ki Ege ile tanışmışız ve seriyi iyi ki Ege resimliyor. İyi çizeceğine şüphem yoktu ama böyle bir iş çıkaracağını tahmin etmiyordum. Daha fazlasını düşünemiyorum gerçekten. Kapağından iç resimlerine kadar her şeyine bayıldım. Atmosferi, karakterlerin ruh hallerini o kadar iyi resmetti ki hikâye onun dokunuşlarıyla bütün oldu. Resimleme sürecinde de Ege ve editörümüz Keriman Güldiken’le hep birlikteydik. Sık sık toplantılar yaptık. Resimler üzerine konuştuk, birlikte düşündük. Her aşamasında birlikte olmak çok ama çok keyifliydi. İkisine de bir kere daha teşekkür ediyorum buradan.
Hem tanıdığımız dünyada hem de çok eski mitlerde sizi etkileyen, çok sevdiğiniz hikayeler olduğuna eminim. Sizin dönüp dolaşıp açtığınız bir metinler atlasınız var mı? Sizin ‘Kesif Kütüphane’nizde okuma iştahınızı ele geçiren metinler nelerdir?
Çocuk tarafında ‘Kumkurdu’, ‘Aylaklar Kumsalı’, ‘Pal Sokağı Çocukları’, ‘Küçük Vampir’, ‘Harry Potter’, ‘Yerdeniz Efsaneleri’, ‘Enno Ya Da Asfalttaki Karahindiba’, ‘Bitmeyecek Öykü’, ‘Momo’, ‘Seksen Günde Devri Alem’, ‘Mezarlık Kitabı’ ilk aklıma gelenler. Yetişkin tarafında ise Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’i, Haldun Taner’in ‘On İkiye Bir Var’ı ve Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne ara ara dönüyorum. Kafka, Shirley Jackson, Flannery O’connor, Yukio Mişima, Mariana Enriquez, Samanta Schweblin ‘in eserlerine bayılıyorum.
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)